Bugün, içimde garip bir kıpırtıyla uyandım. Daha önce hiç böyle bir his bedenimi sarmamıştı. Sanki, mağaramızın serin, nemli toprak yatağından beni kaldırıp dışarıya, bilinmeyene iten bir uyanıştı bu. Gözlerimi araladığımda, mağaranın ağzından sızan ilk aydınlık hüzmesi, göz bebeklerimi acıtırcasına parlıyordu. Dün gece kulaklarımda yankılanan o korkunç kükremenin gölgeli varlığı, hala bedenimdeydi; büyük, gölgeli bir canlının mağaranın yakınlarından geçtiğini hatırlıyordum. Korku, soğuk bir el gibi yüreğimi sıkıyordu. Ama ondan daha baskın bir his vardı şimdi: açlık. Karnımdaki o yakıcı boşluk, her şeyin önüne geçiyordu.
Mağaranın içi, bizim için sığınaktı. Duvarları, binlerce yıldır suyun oyduğu pürüzlü, koyu renkli taşlarla kaplıydı. Yerde, toplanmış kuru otlar ve yapraklar, bize geçici bir rahatlık sunuyordu. İçerideki havada, nemli toprak, kurumuş dışkı ve bir miktar da yakında avlanan hayvanların ağır kokusu karışıktı. Çoğumuz, otların üzerinde, birbirimize sokulmuş uyuyorduk. Gözlerimi kısınca, yakınımda yatan Kira’nın hafif hırıltılı nefesini duyabildim. Onu uyandırmamaya özen göstererek, yavaşça kalktım.
Dışarı adımımı attığımda, hava yüzüme çarptı. Taze ve serindi, dün geceki korkuyu biraz olsun silip süpürüyordu. Gözlerim, önümde uzanan manzarayı yavaşça taradı. Her yer, derin, doygun bir yeşildi. Mağaramızın çevresini saran devasa ağaçlar, göğe doğru kollarını uzatmış, adeta gökyüzünü deliyordu. Yaprakları, hafif bir rüzgarla dans ediyor, fısıltılarla dolu bir melodi yaratıyordu. Uzaktan, bir yerlerden, tuhaf bir kuşun tiz, ama bir o kadar da melodik sesi geliyordu. Bu sesler, bilinmeyene dair içimde hem bir merak hem de hafif bir ürperti uyandırıyordu. Ama önceliğim, o boşluğu doldurmaktı.
Yiyecek bulmak zorundaydım. Her gün olduğu gibi. Adımlarımı dikkatle atarak, toprağın üzerindeki nemli çalıların arasından geçtim. Ayaklarımın altındaki her dal, her yaprak çıtırdıyordu. Bu sesler, benim varlığımın kanıtıydı ve aynı zamanda olası bir tehlikeyi haber verebilirdi. Her çalının, her kayanın ardında gizlenmiş bir tehdit olabileceği hissi, omurgamda ürperti dolaştırıyordu.
Biraz ilerledikten sonra, tanıdık bir çalı grubu gördüm. Üzerlerinde, parlak kırmızı renkte, küçük, yuvarlak meyveler sarkıyordu. Dün, bunlardan birkaç tane bulmuştuk. Tadı ekşiydi ama beni kısa süreliğine de olsa doyurmuştu. Eğildim ve avuç dolusu meyve topladım. Bazılarını hemen ağzıma attım. Ekşiliği, aç karnıma iyi geliyordu. Bunlar, şimdilik en kolay ulaşabildiğimiz besindi.
Bu sırada, uzakta bir hışırtı duydum. Vücudumdaki her kas gerildi. Gözlerim, sesin geldiği yöne odaklandı. Büyük, tüylü bir hayvanın çalılıkların arasından hızlıca geçtiğini gördüm. Korkudan donup kalmıştım. Kalbim, göğüs kafesimi patlatacak gibi atıyordu. Neyse ki, hayvan beni fark etmeden yoluna devam ettiğinde derin bir nefes aldım. Hayatta kalmak, her şeyden önemliydi ve bu da yiyecek bulmakla başlardı.
Daha ileride, yerde düşmüş, kabuklu sert tohumlar gördüm. Onları almaya çalıştım ama tırnaklarımla kıramadım. Bunlar da yiyecek olabilirdi, ama nasıl açacağımı bilmiyordum. Şimdilik bıraktım. Bir süre sonra, bir dereye ulaştım. Su, berraktı ve serindi. Eğilip birkaç yudum aldım. Etrafıma bakındım, dere kenarında küçük yeşil bitkiler vardı. Daha önce bunları yemiş ve bir zararını görmemiştik. Birkaç yaprak kopardım ve çiğnedim. Tadı acımsıydı ama yemeye değerdi.
Meyvelerden ve yeşil bitkilerden biraz daha toplayıp mağaraya geri döndüm. İçeridekiler uyanmaya başlamıştı. Kaslı ama ince yapılı, koyu tenli insanlarız biz. Saçlarımız gür ve dağınıktı. Gözlerimiz, sürekli olarak etrafı tarıyor, en ufak bir hareketi bile kaçırmamak için tetikte bekliyordu. Her birimizin yüzünde, hayatın getirdiği zorlukların, açlığın ve korkunun izleri vardı. Onlara topladığım yiyecekleri gösterdim ve bazılarını uzattım. Gözlerinde, yorgunluğun ve açlığın yanı sıra, anlık bir parıltı gördüm. Henüz dilimiz yoktu, seslerle, jestlerle anlaşıyorduk.
Akşam çöktüğünde, mağaranın ağzında toplandık. Yukarıdaki Işık batarken, gökyüzü, turuncu ve morun en büyüleyici tonlarına büründü. Ancak bu güzellikle birlikte, karanlık örtü yavaşça üzerimize çökmeye başladı. İyilik gidip kötülük gelirken gibiydi. Uzaktan, yırtıcı hayvanların sesleri gelmeye başladı. Karanlık çöktükçe, birbirimize daha da sokulduk. Her birimiz, gün boyunca topladığımız kırık dalları ve yuvarlak taşları kontrol ettik. Bunlar, olası bir tehlikede kendimizi savunmak için elimizdeki tek araçlardı.
Gece boyunca, gökyüzündeki sayısız parlak noktaya baktım. Onlar da tıpkı bizim gibi, bu devasa karanlığın içinde parlıyorlardı. Bu engin evrende ne kadar küçük olduğumuzu düşündüm. Ama aynı zamanda, içimde garip bir güç hissettim. Bu dünyaya ait olduğumuzu, hayatta kalacağımızı biliyordum. Bugün, sadece bir gündü ama her saniyesi yiyecek arayışı ve hayatta kalma mücadelesiyle dolu bir keşifti. Bu, bizim varoluşumuzun ilk adımıydı.