Yukarıdaki Işık, mağaramızın ağzına vurduğunda, bedenimdeki yorgunluk biraz azalmıştı. Dün geceki o büyük, gölgeli canlının bıraktığı ürperti hala içimdeydi ama gündüzün parlaklığı, bu korkuyu hafifletiyordu. Mağaranın içindeki nemli toprak, uykudan yeni kalkmış ayaklarımın altında serin bir his bırakıyordu. Etrafımdaki diğerleri, yavaşça hareketlenmeye başlamıştı. Bana yakın duran Kira, gözlerini ovuşturarak doğruldu. Hepimizin karnında aynı boşluk, o tanıdık açlık vardı. Ancak bugünün farklı olacağına dair garip bir his içimi kaplamıştı.
Mağaradan dışarı adımımı attığımda, hava yüzüme çarptı. Taze ve serindi. Gökyüzü, dünkü gibi berrak, ağaçların tepeleri sessizce fısıldıyordu. Gözlerim, her zaman olduğu gibi, etrafımdaki yeşilliği taradı. Her çalılığın ardında bir tehlike olabilirdi. Ama artık sadece tehlike aramıyordum. Farklı bir şeyler arıyordum.
Dün, o sert kabuklu meyveleri kıramamıştım. Tırnaklarım acımış, dişlerim de güçsüz kalmıştı. Ama aklımda bir şey dönüp duruyordu. Dün, mağaramızın yakınındaki büyük bir kaya parçası düşmüştü. Çok gürültülüydü, yer sallanmıştı. O zaman korkup kaçmıştık. Ama sabah yaklaştığımda, kayanın parçalara ayrıldığını görmüştüm. Ve o parçaların arasında, keskin, parlak kenarları olan bazı taşlar vardı. Elime aldığımda, tenimi acıtmışlardı ama aynı zamanda farklı bir his vermişlerdi. Onlardan birini koltuğumun altında saklamıştım. Şimdi, o taşı hatırladım.
Koltuğumun altında sakladığım sivri kenarlı taşı parmaklarımın arasında çevirdim. Soğuktu, pürüzlüydü ama kenarları gerçekten keskin görünüyordu. Yerde duran kuru bir dalı gördüm. Onu daha önce ellerimle kırmaya çalışmıştım ama çok zordu. Bu sivri taşı, dalın üzerine bastırdım ve yavaşça hareket ettirdim. İnanamadım! Taş, dalı ikiye ayırdı! Bu, daha önce yapamadığım bir şeydi. İçimde bir şeyler kıpırdandı. Sanki bu taş, bana bir güç veriyordu.
Bu yeni güçle, zihnimde farklı kapılar açıldı. Ormanda dolaşırken, gözlerim artık sadece yenilebilir bitkileri veya tehlikeli hayvanları aramıyordu. Yerdeki taşlara, düşmüş dallara, her şeye farklı bir gözle bakıyordum. Bir süre sonra, avucuma tam oturan, kenarları yuvarlak, ağır bir taş buldum. Elime aldığımda, ağırlığı hoşuma gitti. Bununla ne yapabileceğimi düşündüm. Aklıma o sert kabuklu tohumlar geldi.
Dönüp o sert kabuklu tohumların olduğu yere gittim. Yerde duran bir tohumu aldım ve sert bir kayanın üzerine koydum. Sonra yeni bulduğum ağır taşı yukarı kaldırdım ve tohumun üzerine tüm gücümle indirdim. Çat! Tohum ikiye ayrıldı! İçindeki etli, beyaz kısım ortaya çıktı. Ağzıma attım. Tadı beklediğimden de güzeldi, tatlıydı. Bu ağır taş, bana daha önce ulaşamadığım yiyecekleri sunuyordu. Bu, Xar’ın yeni gücüydü.
Biraz ileride, dere kenarında toplandığımızı gördüm. Suyun içinde, küçük, gümüş renkli, pullu canlılar (balıklar) hızlıca yüzüyorlardı. Dün onları yakalamaya çalışmıştık ama çok hızlıydılar, elimizden kayıp gitmişlerdi. Aklıma bir fikir geldi. Az önce o sivri taşla kopardığım uzun dalı aldım. Sivri taşımı kullanarak, dalın ucunu daha da inceltmeye, tıpkı kendi parmaklarımın ucunu inceltir gibi, daha keskin bir hale getirmeye çalıştım. Bu zordu, ellerim yoruldu ama başardım. Şimdi elimde, ucu keskinleşmiş bir uzun dal vardı.
Suyun kenarına yaklaştım. Derin nefes aldım ve dikkatlice sudaki pullu canlılardan birini hedef aldım. Uzun dalı hızla suya sapladım. Başardım! Dalın ucuna takılan bir balıkla suyun dışına çektim onu. Bu, benim ilk başarılı avımdı! Canlı, elimde çırpınıyordu. Grubumuzdaki diğerleri, şaşkınlık ve hayranlıkla bana bakıyordu. Bazılarının gözlerinde merak, bazılarında ise açlık vardı. Onlara yakaladığım balığı gösterdim ve elimdeki uzun dalı nasıl yaptığımı anlatmaya çalıştım. Henüz kelimelerimiz kısıtlı olsa da, jestlerle ve mimiklerle birbirimize anlamlı bakışlar atıyorduk. Parmaklarımla dalı işaret ediyor, keskin taşı gösteriyor, sonra da dalı suya saplama hareketini yapıyordum. Bu, birbirimize öğretmenin ve birlikte hareket etmenin ilk kıvılcımıydı.
Akşama doğru, daha fazla küçük, pullu canlı yakalamıştık. Grubumuzdaki diğerleri de benim gibi, kendi uzun dallarını yapmaya çalışıyordu. Bazıları benim gibi keskin taş bulmuş, bazıları ise daha kaba ama yine de işe yarar dallar yapmıştı. Bu, bize daha fazla yiyecek demekti. Mağaramıza döndüğümüzde, artık sadece ekşi meyveler ve acımsı yeşil bitkilerle değil, taze yakalanan canlılarla da karnımız doyuyordu.
Gece çöktüğünde, mağaranın ağzında toplandık. Yukarıdaki Işık batarken, gökyüzü, turuncu ve morun en büyüleyici tonlarına büründü. Karanlık örtü yavaşça üzerimize çökmeye başladı. İyilik gidip kötülük gelirken gibiydi. Ama bugün, dünden daha az korkuyorduk. Bana yakın duran Kira’nın yüzünde de rahatlama vardı. Elimizdeki sivri taşlar ve uzun mızraklar, kendimi daha güçlü hissetmemi sağlıyordu. Yırtıcı hayvanların sesleri uzaktan geliyordu ama artık daha hazırlıklıydık. Grubumuzdaki herkesin elinde, birer dal veya taş vardı.
Gece boyunca, gökyüzündeki sayısız parlak noktaya baktım. Onlar da tıpkı bizim gibi, bu devasa karanlığın içinde parlıyorlardı. Bu engin evrende ne kadar küçük olduğumuzu düşündüm. Ama aynı zamanda, içimde garip bir güç hissettim. Bu dünyaya ait olduğumuzu, hayatta kalacağımızı biliyordum. Bugün, sadece bir gündü ama her saniyesi yeni bir keşif, yeni bir araç ve hayatta kalma mücadelemizde attığımız büyük bir adımdı. Bu, bizim varoluşumuzun dönüm noktalarından biriydi. Bu çizim, sivri taşın bize ne kadar yardım ettiğini ve o küçük, pullu canlıyı nasıl yakaladığımı gösteriyor.